21 Ağustos 2012 Salı

Evde doğal oda spreyi yapımı....

Evde doğal oda spreyi yapımı....

Merhaba uzun süredir size yeni tarif vermedim,bugün size bir bayram hediyesi vermek istedim....

Buyrun efendim DOĞAL ODA SPREYİ TARİFİME,,,,,

DOĞAL ODA SPREYİ nasıl mı yapılır,buyrun malzeme listemize:

  DOĞAL ODA SPREYİ 

Bir çay bar. saf gülsuyu.
Sprey şişesi
Aromatik yağ(ben genelde yasemin çiçeği kullanıyorum kokusu bır harıka)
Su

Gelelim DOĞAL ODA SPREYİ yapılışına;

Aromatik yağımızdan istediğiniz kadar saf gülsuyuna katıyoruz.Tam bir ölçü veremeyeceğim çünkü sizin nasıl bir koku istediğinizi bilemiyorum:)

Az bir miktar koymanızı öneririm.Sonra şişeye boşaltın bu karışımı ve üstüne dolduyun suyu.Eğer koku hafif gelırse ılave edin yağdan.Alın size DOĞAL ODA SPREYi.

Benim gibi verin kızınızın eline bütün odalara sıkarak gezsin.
Hem oyun hem eğlence hem doğal...Var mı daha iyisi.

Hatta yapın bir kaç şişe wc ye banyoya koyun.Hemen sıkın her istediğinizde.

Kimyasal olmadığı ve baska bir şeyle seyreltilmediği için uzun süre kokusu kalıcı olmayacaktır bilginize.

Hepinize güzel kokulu mutlu bayramlar..

Not:İzinsiz alıntı yapılamaz.

17 Ağustos 2012 Cuma

DÜNYAYI KURTARAN SÜPER DADI YARAMAZ ÇOCUĞA KARŞI…


DÜNYAYI KURTARAN SÜPER DADI YARAMAZ ÇOCUĞA KARŞI…

Süper Dadı, reality şov şeklinde yıllardır İngiltere ve Amerika gibi ülkelerde yayınlanan ve eğitimcilerin ve pedagogların tepkisini çeken bir program. Çocukların “yaramaz çocuk”, ailelerin “cahil ve beceriksiz” veya “fazla yumuşak” gösterildiği ve görünen problemleri çözmeye yönelik bu tür programlar yerine, güzel temeller inşa etmeye yönelik programları sabırsızlıkla bekliyorum.
Süper dadı programının Türkiye’de başlayacağını duyunca içimi büyük bir sıkıntı sarmıştı. Eyvah, dedim içimden. Programa katılma şartlarını okuyunca gülmek ile gerilmek arasında tereddüt yaşadım. Belli bir aile ve çocuk profili görecektik ekranda: (1) En az üç çocuk sahibi. (2) Çocuklardan en büyüğü 8 yaşında. (3) “Yaramaz ve söz dinlemeyen çocuklar.” Yani, en kötü durumdan, tersten başlayacaktık çocuk terbiyesini düşünmeye. “Yaramazlık yapan çocukları düzeltmek” gelecekti aklımıza annelik babalık ve çocuk terbiyesi dendiğinde…
Süper dadı, reality şov şeklinde yıllardır İngiltere ve Amerika gibi ülkelerde yayınlanan ve eğitimcilerin ve pedagogların tepkisini çeken bir program. Çocuk problemi olarak sunulsa da aslında bir haftada çözümü mümkün olmayan aile problemlerini sihirli değnekle çözen tatlı cadı görünümündeki Joe Frost’un ve diğer süper dadıların imajı, bazı ailelerin şikâyetlerinden sonra yerle bir olmuştu. Bilinen bir örnek de İngiltere’de 4 yaşındaki bir çocuğun, süper dadı ziyaretinden bir süre sonra evini ateşe vermesiydi. Bu aile, çocuklarının rol yaparak ağlamaya teşvik edildiğini, aslında çok sevdikleri arka bahçe toplama işinin kurguyla süper dadının başarısı olarak gösterildiğini belirtmişlerdi. Haberin ayrıntıları arasında da, anne ve babanın program yayınlandıktan bir süre sonra zaten boşandığı geçiyordu. Bence programın en trajik olan ve anne-babanın kendilerine olan güvenini yerle bir eden anı ise dadının “cık cık cık, şu hale bak” nidaları eşliğinde yaptığı gözlemleri onlarla paylaşırken, çaresiz kaldıkları veya çileden çıktıkları anların videoda kendilerine gösterilmesi sonucu anne ve babanın utanmaları veya ağlamaları ve “Ben bu işi beceremedim” demeleriydi. Demeliydiler de, çünkü süper dadı az sonra onlara ve çocuklarına neyi yanlış yaptıklarını işaret parmağını sallayarak anlatacaktı.
‘SÜPER DADI’ FORMATINA NEDEN KARŞIYIM?
Şimdi esas meseleye gelelim: Öğretmen yetiştiren bir eğitimci ve iki çocuk annesi olarak neden süper dadıya karşıyım? Bunun altında yatan düşünce, bir televizyon programına kafayı takmış kıskanç ve narsist bir psikoloji değil elbette. Programın altında yatan felsefeyi çocuklarımızın karakter gelişimi için tehlikeli görüyorum da ondan.
Birincisi, süper dadı, bir sorun üzerine aileyi ziyaret ederek çocukların ortaya çıkan olumsuz davranışlarını yok etme teknikleri üzerine kurulmuş bir program. Yani davranışa eğiliyor ve davranışı ceza ve ödül teknikleriyle değiştirmeye çalışıyor. Davranışçı düşünce, felsefe olarak çocukların his dünyası, düşünce ve duygularıyla ilgilenmez. Bu çocuğun sıkıntıları neden, niçin ortaya çıkıyor, acaba birkaç aydır süren başka bir derdi mi var? Acaba bebeklik döneminde anne ve babaya bağlanmada bir problem mi yaşandı? Hangi problemleri, üzüntüleri ve korkuları öfke veya kırıp dökme olarak yansıtıyor? Bu konular hiç düşünülmeden, bu tür programlar ve altında yatan davranışçı felsefe içimize işler… İşler de, tarlasında fark ettiği birkaç ayrık otunun ucunu kesip rahatlayan, fakat bir hafta sonra hem aynı uçları tekrar görüp şaşıran hem de şimdi bütün tarlayı sarmış olan ve ürününü mahveden bu otlar karşısında çaresiz kalan acemi çiftçiye dönüşür anne-baba. Oysaki çağdaş çocuk eğitimi felsefesi, çocuk terbiyesi ve eğitimine, anne-baba ve çocukların doğum öncesi başlayan muhteşem bağıyla, sevgi ve şefkatle, doğal olarak, hissedilerek yaşanan huzurlu bir beraberlik olarak bakar. Bu beraberlikteki problemler, bir vücudun organlarının birbirinden etkilendiği gibi, herkesi etkiler ve herkesin işbirliğiyle, bir vücut olarak aşması gereken ortak dertlerdir. Dolayısıyla, çocuğumuzda görülen kızgınlık, tepki gibi davranışlar, esas problem değil, ancak başka bir problem olduğunu gösteren semptomlardır.
Alfie Kohn, cezanın çocukların ruhunda hem güven duygusunu azalttığını (“bunu yapmazsam bana her an birisi bir şey yapabilir”), ödüllerin de benmerkezciliğe itebileceğini (“bunu yaparsam benim için güzel bir şey yapılacak mı”) söyler. Dolayısıyla, düşünme odası gibi, ceza ve ödüller gibi muameleler çocuğun ruhunu zedeliyor, kalbini katılaştırıyor ve onu ailenin saygın bir parçası olarak değil, ya problem kaynağı ya da kenara itilmiş olarak resmediyor. Bu şekilde aile ve çocuğu karşı karşıya getirdiği gibi, aynı zamanda aileyi çaresiz bırakıyor ve anne-baba olma olgusunu, uzmanların söz sahibi, çocuğun ise kobay olduğu ve ancak teknik ve stratejilerle yürütülecek bir deney olarak algılamaya zorluyor. Sonunda, reçete olarak sunulan kalıplar ve herkese uyar diye tavsiye edilen taktikler, çocuğa uygulanıyor ve kısa süreli alınabilen sonuçlar, anne-babanın keyfini yerine getirebiliyor. Fark edemediğimiz ise çocuğun iç dünyasında, anne ve babanın bir huzur kucağı, güven yuvası, şefkat kaynağı olma özelliğinin, çocuğumuzu kendimizden uzaklaştıran ve ona bize karşı içten içe kızgınlık, pişmanlık, küskünlük ve umutsuzluk aşılayan bu tekniklerle yerle bir olduğu ve ergenlikte ve ileriki yaşlarda ortaya çıkacak bir öfke sağanağının bizi şu an için sessizce, düşünme odasında beklemeye durduğudur.
Peki, biz nasıl yaklaşalım çocuklarımızda beliren ve bizi tedirgin eden hareketlere? Öncelikle anne ve babanın çocuğun bedensel, ruhi, zihni, sosyal ve duygusal gelişiminin her yaşta nasıl olduğunu bilmesi gerekir. Mesela, Erik Erikson, bebeklerin ilk 2 yılını anneye ve aileye çok sağlam bağlarla bağlanmaları gereken, temel atılan bir dönem olarak niteler ve 2 yaş dönemi yaşanan anneden ayrılığın ve inatçılık döneminin çocuğun karakterinin oluşması ve ilerideki zorluklara göğüs germesi için çok önemli olduğunu söyler. İkinci aşama, bakış açımızı değiştirmek. Amerika’da her çocuğun bireysel karakter özelliklerinin ve tavırlarının aile üzerinde nasıl etkili olduğunu araştıran Barry Brazelton, çocuk eğitiminin çocuk üzerinde genel teknikler uygulayarak davranışlarını değiştirmekten çok daha kompleks bir süreç olduğunu söyler. Böyle bakınca, herhangi bir problemle karşılaştığımızda, gelişim dönemlerinde olacak tipik sarsıntıların haricinde, “Çocuğumuzun ruhunun ve aklının rahatlaması için neye ihtiyacı var?”, “Hangi ailevi durumumuzdan etkileniyor?” gibi sorularla çocuğumuzu destekleyen ve kucaklayan bir anlayışa sahip olabiliriz. Artık “çocuğu eğitmek”, “çocuğu değiştirmek”, “çocuğun yaramazlığını bırakıp uslu bir çocuk olması”, esas amaç olmaktan çıkar bizim için.
Son olarak, okuyucu içinden gelen bu sese kulak verir mi: “Ne gereği vardı bu kadar düşüncenin ve bu yazının? Çok abartmışsın.” Fakat medyada sunulan örneklerin insanların hayatlarını şekillendirdiği araştırmalarca defalarca ortaya konulmuş durumda, bu konuda görülen örneklerin kurgu veya gerçek, video çekimi veya animasyon olması etkisinde bir farklılık oluşturmuyor, çünkü elenemeden hızlıca içeri alınan bu modellemeler beynin hayat kriterlerini belirlediği, bilinçaltı bölgelerinde çok etkili oluyor. Çocukların “yaramaz çocuk”, ailelerin “cahil ve beceriksiz” veya “fazla yumuşak” gösterildiği ve görünen problemleri çözmeye yönelik bu tür programlar yerine, güzel temeller inşa etmeye yönelik programları sabırsızlıkla bekliyorum.
*Dr., Indiana (Purdue) Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Departmanı
Zeynep IŞIK ERCAN / Zaman